Yazılarım · 20 Şubat 2013

“Avrupa Borç Krizinin Gerisindeki Koşulların Ekonomi Politiği”

Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük borçlu ülkesi Japonya’dan sonra  ikinci olup üçüncüsü 27 üyeli Avrupa Birliğidir. Diğer bir deyişle toplam borçların milli gelir (MG) içindeki payı itibarıyla % 219 ile Japonya başta gelmektedir. Japonya’yı % 107  borçluluk oranıyla ABD izlemektedir. Buna karşılık borç krizin odağında olan Avrupa Birliğinin toplam borçlarının MG içindeki payı, birlik ortalaması % 96 ile üçüncü sırada bulunmaktadır.

Amerikan Dolarının uluslararası ödeme ve rezerv aracı olması ve Amerika’nın yaklaşık on yıldır dünyanın en büyük cari açık veren ülke olması ve bunun yanı sıra merkez bankalarının döviz rezervlerinin büyük bir kısmını  Amerikan Doları ve Amerikan Doları cinsinden (ABD tahvili satın alma gibi) tutması Amerika’nın borçluluk oranını açıklamaktadır. Amerika’ya borç veren ülkelerin başında Çin (1.500 milyar dolar), Japonya( 910 milyar dolar), İngiltere(340 milyar dolar), Brezilya, Rusya, Almanya, Türkiye gelmekte olup bunları diğer ülkeler izlemektedir. Amerika’nın bu durumu uluslararası para sistemi gereğidir. Benzer durum Japonya içinde geçerlidir. Japonya’nın borçluluğu, ekonomisinin hızlı bir büyüme sürecinin akabinde yaklaşık 10 yıldan daha üzün bir süredir durgunluktan çıkamaması ve parasının değer kazanımı ve tasarruf eğilimindeki yükseklik olarak açıklanabilir. 27 üyeli Avrupa Birliğinin borçlanma nedeniyse oldukça farklıdır.

Toplam borçların/milli gelir içindeki payı yüzde 216 ve 105 olan, sırasıyla,Japonya ve Amerika’nın durumunu sorun olarak algılamayan piyasalar, AB’nin yüzde 96’lık borçluluk oranını kriz olarak değerlendirmektedir. 2011’den beri Avrupa Birliği borç sorunuyla uğraşmaktadır. 2012 son çeyreği itibarıyla AB ülke ekonomileri durgunluğa* girmiş olup durgunluktan çıkışları kısa dönemde olası değildir.

27 üyeli Avrupa Birliği ekonomileri  büyüme ve kalkınmışlık düzeyini koruyabilmek ve/veya belli bir seviyeye erişebilmek için, izlenen  tüketim ve yatırım politikaları sonucu (ulusal bağlamda) borçluluk oranları artmıştır. AB’nin Ekonomik ve Parasal birliğini oluşturan Maastrich Anlaşması gereği her bir üye ülkenin toplam borçların milli gelir içindeki payının yüzde altmışı geçmemesi gerekirken, birlik ortalaması yüzde 96’lara ulaşmıştır. Bu borçluluk oranı bir günde gerçekleşmemiş olup yıllar itibarıyla uygulanmakta olan para ve maliye politikalarının bir sonucudur. Diğer bir deyişle Yunanistan’ın, İtalya’nın, İspanya’nın, Belçika’nın borçluluk oranı sırasıyla % 152, % 119, % 52, % 97 olduğu bilinmekteydi.AB  ülkelerin borçları piyasalarca 2011 öncesinde normal kabul edilirken 2011 sonrasında kriz olarak değerlendirilmeye başlandı.

Avrupa Ülkeleri uluslararası finans kurum ve kuruluşlardan aldıkları borçları etkin kullanamamışlardır. Diğer bir deyişle alınan borçlar gelir-kar yaratıcı alanlara harcanması gerekirken cari ücret ödemeleri, sağlık, eğitim, konut ve emlak sektörü gibi dönemsel harcamaların finansmanında kullanılmıştır. Avrupa ülkelerin borçlarının büyük miktarlara ulaşmasında bir taraftan finansal piyasalardaki likidite bolluğu diğer taraftan  borçlanma maliyetinin düşüklüğü (faiz oranı düşük)  etkili olmuştur.Ve  her alınan borcun geri ödenmesi tekrar alınan borçlarla yapılmıştır. Bu arada kredi derecelendirme kurumlarının AB ülkelerinin ekonomik durumları hakkında vermiş olduğu olumlu kredi notları bu ülkelerin borçlanmalarını daha da kolaylaştırmıştır. Zira her bir not artırımı ve/veya değiştirilmemesi AB ülkelerin borçlanma maliyetinin düşmesi demektir. Söz konusu dönemde kredi derecelendirme kurumları, AB ülkeleri bankacılık sektöründe faaliyette buluna bankalar değerlendirildi. Bir iki banka hariç bankaların mali yapılarının iyi olduğu sonucu, Avrupa Birliği üye ülkelerin borçlanma maliyeti daha da düştü. Bütün bunların ötesinde piyasa ekonomisinin içsel dinamiklerinin sektörsel desteği, borçlanmaya ivme vermiştir.

Sermayenin borçlanma gelirinin reel sektörden(mal piyasası) daha fazla olmasının temel nedeni, imalat sanayinin azalan kar hadleri ve üretim faktörleri birim maliyetindeki artıştır. Diğer bir deyişle, reel piyasaların getirisi finansal piyasaların oldukça gerisinde kalmasıyla finansal kuruluşların Yunanistan, İtalya, İspanya Portekiz gibi  Avrupa Birliği ülkelere verdikleri borçların artmasında etkili olmuş ve sonuçta AB ülkelerin borçluluk oranları büyük boyutlara ulaşmıştır.

Bu arada, 2007 Temmuzunda Amerika’da  konut sektöründe ipoteğe dayalı kredi sisteminin (mortgage) çöküşü ve emlak fiyatlarının düşmesiyle küresel finans piyasaları, Sistematik Finansal Krizin etkisi altına girdi. Krizin piyasalardaki yıkıcı ve sarsıcı etkisi kredi ve finans kuruluşların kredi verme maliyetini (faiz oranları) yükseltmelerine borç vermede eskisi gibi istekli olmamalarına yol açtı. Daha da önemlisi iflaslar piyasada likidite yetersizliğine yol açmıştır.Ve finans kuruluşlarının nakit ihtiyacı artmıştır. Finansal kriz piyasada hem borçlanma maliyetlerinin artması hem de finans kuruluşlarının borçların ödenmesinde daha katı davranmaları ve verilecek borçların, yapılan anlaşmaların iptal edilmesiyle ülkelerin borç bulmaları zorlaştı ve hatta imkansızlaştı. Diğer bir deyişle, finans kuruluşlarının borç vermede isteksiz olmaları, AB ülkelerinin hem borçlarının ödenmesinde hem de harcamaların finansmanında zorlanmasıyla başlangıçta, PİGS ülkeleri olarak bilinen Yunanistan, İrlanda ,Portekiz ve İspanya’nın borçlarını ödeyemeyecekleri  ilan edildi.

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Avrupa’nın borç sorunu sistematik finansal krizin devamı olmayıp Avrupa Birliğine üye  ekonomilerinin mali yapılarındaki yapısal sorunların gün ışığına çıkmasının küresel piyasalar üzerindeki yansıması olup bu bir “Borç Krizi”dir. Buna rağmen Avrupa Birliği parası olan Euro’nun finans piyasalarında önlenemeyen yükselişi sürmektedir. Bu Euro’nun yükselişi olmayıp Amerikan Dolarının, değer kaybının bir sonucudur.

Finansal krizin sarsıcı etkisinden çıkış yolu arayan finans piyasaları Avrupa Borç sorunuyla ikinci kez sarsıldı. Mortgage sektörüne verilen kredilerinin ödenememesi sonucu yaratılan türev enstrümanların değerlerinin karşılıksız kalmasıyla gerçekleşen küresel finans krizi bir finans sorunu olmasına rağmen borç krizi, AB ülke ekonomilerinin toplam borçlarını ödeyememeleriyle iflas eşiğine gelmeleridir. AB ekonomileri, maliye politikalarını yanlış kurgulamaları ve ortak maliye politikaları olmayışı borç sorununun en önemli nedenlerinden biridir.

Finansal kriz ile borç sorunu arasında yapısal olarak temel farklılıklar olmasına rağmen etkileri benzemektedir. Diğer bir deyişle, hem  2007 finans hem 2011 borç krizi küresel piyasalar ve ekonomiler üzerinde makro ekonomik göstergelerin bozulmasına dünya ekonomisinin durgunluğa girmesine yol açmış olup etkiler hale devam etmektedir.

Avrupa Birliğinin içinde bulunduğu borç sorunu gelir gider dengesizliği olduğundan ekonomiler başlangıçta bu dengesizliği giderecek harcamaları daraltıcı, gelirleri artırıcı sıkı maliye politikalarının uygulanmasıyla ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) başta Yunanistan olmak üzere ülkelerin  borçların yeniden yapılanması ve silinmesi yanı sıra Avrupa merkez Bankası izlediği parasal genişleme politikasıyla borç sorununa destek vermiş ve vermektedir.

27 üyeli AB ülkelerinin borç sorunun üstesinden gelebilmesi ülke ekonomilerinin üretim ve istihdam gücündeki artışla olasıdır. Ancak izlenen sıkı maliye politikaları ve üçüncü ülkelerin (AB dışındaki ekonomiler) kriz içersinde olması, krizden çıkma süresini hem uzatmakta hem de şiddetini artırmaktadır.

AB ülkeleri, milli gelir, kişi başına düşen gelir, asgari ücret kalkınma düzeyi gibi temel makro ekonomik göstergelerine bakıldığında bu ekonomiler Yunanistan hariç  gelişmiş ülkelerdir. Milli gelirleri Yunanistan 310 milyar dolar, İrlanda 212 milyar dolar, Portekiz 253 milyar dolar, İspanya 1.6 trilyon dolar, İtalya 2.3 trilyon dolardır. Kişi başına düşen gelirinse, Yunanistan 22.000 dolar, İrlanda 47.700 dolar, Portekiz 22.000 dolar,  İspanya 32.000 dolar, İtalya 35.000 dolardır.  Borçlarının  milli gelir içindeki payı (borçluluk oranı) ise Yunanistan % 152, İrlanda % 95, Portekiz % 86, İspanya % 52 İtalya %100 dür. Gerek milli gelir ve kişisel gelirlerinin büyüklüğü gerekse mali yapılanmadaki farklılık sorunun çözümünü  hem zorlaştırmakta hem de ortak hareket etmeyi önlemektedir.Ve daha da önemlisi Avrupa Merkez Bankasının( ECB) hareket alanını sınırlamaktadır.

Yunanistan ile başlayan İrlanda, Macaristan,Portekiz, İspanya ile yayılan borç sorununa başta İngiltere olmak üzere İtalya, Belçika Almanya, Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri de katıldı. ECB başkanı Sayın Draghi, zaman zaman yaptığı basın toplantılarında “birliğin bütünlüğünden bahsetmekte, kimsenin iflasına izin vermeyecekleri Avrupa Birliğinin bir aile olduğunu” sıkça dile getirmektedir. Euro’nun dolar karşısındaki değer kazanımı, bu söylemlerin etkili olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir.Ve buna doların değer kaybı da eklenince Euro’daki değer kazanımı daha da artmaktadır.  

AB borç sorunu birliğin sorunu olmayıp üye ülke ekonomilerinin, ulusal anlamda, sorunudur. Ve bu sorunun çözümü her bir ülkenin izleyeceği farklı  maliye politikalarıyla olasıdır. Buna karşılık söz konusu ekonomilerin ulusal para birimleri ve merkez bankaları olmadığı için sorunun çözümü zorlaşmakta hatta imkansızlaşmaktadır. Gerek üretim faktörlerinden sermayenin mobilitesi gerekse finansal piyasaları arasında sınırların olmayışı bu ülkelerin sermaye ihtiyacının giderilmesini maliyetli bir hale getirmektedir. Birliğin merkez bankası ECB  para ve faiz politikasıyla ülkelerin borçlanma maliyetini düşürmek için uğraşmasına rağmen, birliğin borç sorunuyla karşılaşmasının üstünden üç yıl geçmesine rağmen bir gelişme kaydedilmediği gibi birliğin lokomotifi durumunda olan Almanya, Fransa ve İngiltere ekonomisinde küçülmenin devam etmekte oluşu borç krizini daha da uzatacaktır.  

ECB izlemekte olduğu gevşek para politikası ve uluslar arası para fonunun( IMF) , AB’ye üye   ülke ekonomilerine verdiği borçlar sorunun şiddetini zamana yayarak borç krizinden çıkışın uzamasına yol açmaktadır. Ancak uzun vadede bu tip borç vermelerin gerek borçlanan gerekse borç veren ülke açısından etkileri önemli olup göz ardı edilmektedir.

Avrupa Birliğinin borç sorunun üstesinden gelebilmesi için, ilk aşamada borcun düşük maliyetle çevrilebilirliği sağlanmalı, ikinci aşamada uygulanması gereken sıkı para ve maliye politikaların belirlenmelidir. Daha da önemlisi reel sektör(mal piyasası)ekonomik iyileşmeye ivme verecek sektör olup finans sektörünün reel sektörün gelişimini destekleyecek şekilde, yeniden yapılanması sağlanmalıdır. Nihai aşamada ise düzelmenin kısa dönemde değil de daha uzun dönemde gerçekleşebileceği kabul edilerek sistemi riske edecek uygulamalardan vazgeçilmelidir. Bütün bunların gerçekleşmesi borç sorunun üstesinden gelmek için gerekli ama yeterli değildir. Dünya ekonomisinin lokomotifi konumunu sürdüren Amerika’nın büyüme trendine girmesi yeterlilik koşuludur.