Türkiye ile Avrupa Birliği(AB) arasıdaki ilişkinin boyutu gün be gün değişmekte olup bu değişimde topluluğun genişlemesinin etkisi büyüktür. Değişmeyen tek şey varılmak istenen hedef “Tam Üyelik”tir. Türkiye’nin tam üyeliği toplumun değişik kesimlerinde yapılan tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki entegrasyon ekonomik içeriklidir. Türkiye’nin AB ile olan üyelik ilişkisini belirleyen Ankara Anlaşmasında, “Türkiye ile Avrupa Birliği arasında ekonomik bütünleşmenin gerçekleşeceğini” ve bunun olabilmesi için Türk tarafının yerine getirmesi gereken ödevler sıralanmış ve ek düzenlemelerle anlaşma maddelerine açıklık getirilmiştir.
Ekonomik bütünleşmenin söz konusu olduğu bir entegrasyonda siyasi sorunları tam üyelik koşulu olarak ileri sürülemez. Fakat tam üye olmak için başvuruda bulunan Türkiye’ye Avrupa Birliği gerek ekonomik gerekse siyasi ve sosyal sorunları çözümlemeden tam üyelik sürecinin başlayamayacağını her defasında belirtmektedir. Altı üyeli bir birlikten on beş üyeli, on beş üyeden yirmi beş üyeli bir birlik haline gelen ve önümüzdeki yıllarda üye ülke sayısının artabileceği ifade edilen Avrupa Birliğin'de, birliğe tam üye olabilmenin kriterleri değişmiştir.
Yeni kriterlerin adı “Kopenhag Kriterleri”dir. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkinin beş yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin 1959 yılında AET’ye katılma konusunda yaptığı başvuru sonucu 12 Eylül 1963’de imzalanan Ankara Anlaşması ile oluşturulan ortaklık( ortak üyelik) ilişkisidir.
Türkiye 1 Aralık 1964’de yürürlüğe giren” Ortaklık Anlaşması” gereği birliğe ortak üye sıfatıyla üye olmuştur. Ortaklık Anlaşması gereği Türkiye hazırlık, geçiş ve nihai aşamalarından geçerek tam üyelik statüsüne geleceği belirtilmiştir. Ortak üyelik, tam üyelikten farklı bir statüdür. Ortak üye, birliğe karşı üstlendiği sorumluluk ve yükümlülük tam üyeninkinden daha sınırlı olduğu gibi AB’nin sağladığı olanaklardan yararlanabilme ve birliğin karar alma mekanizmasına katılabilme olanağı yok denecek kadar azdır.
İkincisi, Türkiye’nin 14 Nisan 1987’deAB’ye yaptığı tam üyelik başvurusu olup bu başvurunun kabul edilmeyip ileri bir tarihe ertelenmesidir.Tam üyelikten amaçlanan ise ekonomik bütünleşmeye katılmak ve oluşan Tek Pazar içinde yer almaktır. 14 Nisan 1987 tarihinde, Türkiye “Roma Anlaşması”nın 237. maddesi gereğince “Avrupa Birliği Konseyine””tam üye olarak kabul edilme talebinde bulunmuştur. Konsey, 27 Nisan 1987 tarihinde bu talebi inceleme görevini Birlik Komisyonuna iletmiştir. Komisyon özel bir heyet kurarak bu konuda çalışmaya başlamıştır. Başvuru tarihinden itibaren yaklaşık üç yıl boyunca hem birlik komisyonunda, hem de birliğin önemli merkezlerinde yapılan birçok toplantıda Türkiye’nin tam üyelik başvurusu tartışmaların odak noktasını oluşturmuştur.Birlik Komisyonu, Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna ilişkin incelemelerini tamamlayarak, hazırladıkları Ekonomik ve Siyasi Raporu 18 Aralık 1989 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır.
Avrupa Birliği Komisyonunca hazırlanan raporda gerek Türkiye’den kaynaklanan ekonomik ve siyasi sorunlar, gerekse birliğin kendi içsel sorunlarından dolayı tam üyeliği kabul edilmemiş ve bu raporun 5-6 Şubat 1990 tarihlerinde Avrupa Birliği Bakanlar konseyinde tartışılacağı belirtilmiş olmasına rağmen rapor Bakanlar Konseyinde tartışılmadan olduğu gibi kabul edilerek 1993 senesinden önce dokunulmamak üzere rafa kaldırılmıştır. Bunun anlamı 1993 senesinden önce Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlanılmayacağıdır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin, birlik ile yaptığı 1963 Ankara Anlaşması gereği, tam üye olma ehliyetine sahip olduğu açıkça vurgulanmaktadır; fakat mevcut koşulların Türkiye’nin tam üyeliği için uygun olmadığı ifade edilmektedir.
26/27Haziran 1992 tarihlerinde yapılan “Lizbon Doruğu” ve 9/11 Kasım 1992 tarihlerinde Türkiye ile Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi arasında yapılan toplantıda tam üyelik ile ilgili bir karar ya da benzeri bir değerlendirme çıkmamıştır. Komisyonun Türkiye’nin tam üyelik başvuru üzerine hazırladığı raporda Türk tarafına tam üyelik öncesinde ortaklık anlaşmasında ön görüldüğü üzere “Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Mevzuatını “ geliştirmesi önerilmişti. Bu öneri gerek Lizbon Doruğunda gerekse ortaklık konseyi toplantısında yinelenmiştir.
Üçüncüsü, Türkiye’nin, ortak üye sıfatıyla, 6 Mart 1995 tarihinde AB ile yaptığı gümrük birliği protokolü ile gerçekleşen gümrük birliği ilişkisidir. Kurulan gümrük birliği ilişkisinden beklenen AB ile Türkiye arasında mal ve hizmet hareketlerinde her türlü tahdit ve kontrollerin kaldırılıp tam bir serbestliğin sağlanmasıdır.
Dördüncüsü, AB'nin Avrupa'nın güvenliği sağlamak için Nato'nun imkanlarından yaralanma talebi ve budurum karşısında Türkiye'nin tutumu ve gelişmeler. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği(AGSK) altında, Avrupa Kıtasının güvenliğini sağlamak ve kıtada olası çatışmalara müdahale etmek için 2003 yılının sonuna kadar altmış bin kişilik acil müdahale gücü oluşturmaya çalışan Avrupa Birliği NATO’nun, olanaklarından yararlanmak istemektedir. NATO bu tür bir oluşuma olumlu bakmaktadır.
Türkiye NATO’ya üye bir ülke olarak bu durumu onaylamamaktadır. Diğer bir deyişle, Avrupa’nın güvenliğini sağlamak amacıyla oluşturulacak olan Avrupa ordusu ile NATO arasındaki ilişkinin Türkiye cephesinden vetosu. Türkiye’nin Birlikle olan ilişkisi ortak üyelik düzeyinde olması nedeniyle AB nezrinde savunma ile ilgili alınacak kararlara katılamayacaktır. Alınacak kararlar Türkiye’nin aleyhine olması durumunda bile bunlara müdahale edebilme pozisyonunda olamayacaktır. Bunun yanı sıra AB, NATO imkânlarından örneğin asker ve teçhizat kullanacaktır. AB amacını gerçekleştirirken Türkiye dolaylı olarak AB’nin savunma amacına hizmet etmiş olacaktır. Büyük bir olasılıkla bu yardım Türkiye’nin kendi ulusal politikalarıyla örtüşmemesine rağmen, örneğin Kıbrıs sorunu, destek vermiş olacak ve sonuçta kendi kendine zarar veren bir ülke tablosu sergilemiş olacaktır. Kendi kalesine gol atan kaleci bu durumu istemez, yanlışlıkla olmuştur. Ama Türkiye bu tür birlikteliği onaylarsa bilerek kendi kalesine gol atmış olacaktır.
AB’nin NATO’dan talep ettiği destek ve yardımı alabilmesi, Türkiye’nin onayına bağlıdır. Onayın gerçekleşmesi ortak üyelik ile olmayıp tam üyeliğin gerçekleşmesi durumunda olabilecektir. Çünkü Türkiye, AB’nin, NATO olanaklarının kullanılacağı operasyonların, planlama aşamasından nihai aşamasına kadar, her sürecine katılmak istemektedir. Fakat ortak üyelikte bu mümkün değildir. Türkiye’nin bir başka isteği de NATO üyesi olmayan AB’ye üye devletlerin, örneğin Kıbrıs Rum Kesimi, böyle bir savunma kuruluşundan faydalanacak olmalarıdır. AGSK altında NATO ve AB, Avrupa’da yaşanabilecek çatışmalara doğrudan müdahale için oluşturulacak yapısal kurumları ve onların çalışma konularını ve yöntemlerini belirleyecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin böyle bir oluşumda zarar görmesini engelleyecek olan durum ya tam üyeliğin gerçekleşmesi ya da bu savunma mekanizmasının karar alma-uygulama sürecine katılması ile sağlanacaktır.
Beşincisi, Türkiye'nin AB'ye üye olmadan önce bir ön üyelik olarak değerlendirilebilecek "Tam Üye Adaylığı" ilişkisidir.1997 Lüksemburg zirvesinde AB, Türkiye’nin önüne Güneydoğu, Kıbrıs ve Ege sorununu koymuştur.Türkiye bu sorunları çözümlemediği sürece birlik ile olan ilişkisinin gelişme gösteremeyeceği şeklinde alışılmışın dışında bir siyasi dayatmanın karşısında bulur kendini. Birlik ile Türkiye arasın esen soğuk rüzgârlar 1999 Yapılan Helsinki zirvesine kadar devam eder.
Türkiye’nin tam üyelik durumu Ekim 1999’da Avrupa Genişleme Raporunda gündeme gelir. Aralık 1999’da yapılacak Helsinki zirvesinde tam üyeliğe aday olarak gösterilmesi kararlaştırılır ve Helsinki’de yapılan görüşmeler sonucunda Türkiye’nin tam üye adaylığı koşullu olarak onaylanacağı belirtilip 4 Aralık 2000’de Nice kabul edilen Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) ile Türkiye’nin AB’ye Tam Üye Adaylığı kabul edilir. Türkiye’nin Nice’de gerçekleşen tam üye adaylığından tam üyelik aşamasına gelebilmesi, Avrupa Birliğine sunacağı ulusal programa ve bunun uygulamadaki yansımasına bağlı olacaktır. Türkiye Kopenhag Kriterleri ve KOB bağlamında yapacağı ev ödevlerini belirten “Ulusal Programını” hazırlayıp, 2001 yılının 23 Martında komisyona sunmuştur.
Ulusal Program siyasi ve ekonomik kriterler olmak üzere iki ciltten oluşmakta olup, üye ülke olarak gerçekleştirmesi gereken yükümlülüklerini ayrıntılı bir biçimde belirtmiştir. Ayrıca bu program, birlikte uygulanan politikalara uyumun sağlanabilmesi için yapılması gerekenler yanı sıra emeğin- malların ve sermayenin serbest dolaşımın yer aldığı bir program niteliğindedir.
Türkiye’nin tam üyeliğinin gerçekleşebilmesi için başlaması gereken tarama süreci geçtiğimiz yıl başlamış olup halen devam etmektedir. 8 Kasım 2006’da sunulan İlerleme Raporu, Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilmesi için mevcut ekonomik ve siyasi yapısının değerlendirildiği, Türkiye’nin üyelik için yapması gerekenlerin neler olduğunun belirtildiği ve keza Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı faaliyetlerinin yeterli olup olmadığının değerlendirildiği bir belgedir. 8 Kasım İlerleme Raporunun bir diğer önemi tam üyelik sürecinin devam edebilmesi için Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimine limanları açması gerektiği, açmadığı takdirde üyelik sürecinin kesintiye uğrayacağı açıkça ifade edilmektedir.
Yapılanlardan ve yapılmakta olanlardan anlaşılacağı üzere Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğinin gerçekleşmesi uzunca bir süre alacak gibi gözükmektedir. Belki o dönem geldiğinde Türkiye’nin üye olması için mevcut dinamikler değişmiş olacaktır. Belki, Türkiye o zaman Avrupa’ya hayır diyecektir. Belki de, o zaman geldiğinde Avrupa da böyle bir birliğin önemi olmayacak doğal olarak üye olma öyküsü ortadan kalkacaktır. Belki de, Türkiye bugün olduğu gibi yarın da tam üye olabilmek için uğraşıp duracaktır. Kanımca, Avrupa’nın 1960 yıllardaki davranışı ne ise, 2000' li yıllardaki davranışı o oldu ve gelecekteki olası davranışı da değişmeyecektir. Aslında bu durum, tam üyelik için bir ülkeyi oyalama taktiğidir.